Önce mahallem ve ilkokulum...
Önce mahallem ve ilkokulumdan çocukluk arkadaşım Raşit yazdı yaşadığı ve kurguladığı bir gönül hikayesini. Bu hikaye ile birlikte dolaştım çocukluğumun hatıralarında. Şimdi de Cerrahpaşa’dan sınıf arkadaşım Ali yazmış anneciğini anlatan bir öyküyü.
Ali, yaşadığı hayattan geriye kalan bir iz bırakmayı istiyor ve bunu eyleme döküyor. Kim istemez ki yaşadığı dünyaya, yaşadığı hayattan bir iz bırakıp gitsin. Onun ki ekseriyetimizden farklı olarak bu gayretin ve eylemin içinde olması.
Bir taraftan yazıyor, bir taraftan da her birimizde var olan bu öykülerin benzeşmesi, yani sıradan öyküler olması ihtimali ve edebi olmayan metinlerin öykü tadı vermeyebileceği kaygısı ile soruyor. Yazmaya ve okumaya değer mi?
Yazısının sonunda ki sorudan devam ederek arkadaşım Ali’ye diyorum ki;
“Hiç bir öykü sıradan değildir. Hele yaşanmışlıklar için bu tanımlama asla söylenemez. Sıradan, yani aynı öykülerin bile yaşayanların baktıkları yerden farklı görüntüleri ve hatıraları vardır. Bizim en büyük sorunumuz bu farklılıkları ortaya koyan yazmaların eksikliği. Sen cesursun yazıyorsun, böylece farkını ortaya koyuyorsun. Eminim seni okurken kendi babalarımızdan ve annelerimizden birer hatıra geliyor gözlerimizin önüne. Eğer sıradanlıktan kastettiğin bu ise; emin ol öyküyü okunabilir ve sıcak yapan işte bu benzerlikler.
Yazını okurken sadece bir insanı değil, bir coğrafyayı ve bir dönemi okuyor insan. Hele Türk toplumunun hemen her ailesinde var olan gurbetçi işçilik, iç göçler, ataerkil aile yapısı her birimizin yaşanmışlıklarına dokunuyor. “
Yazmaların en büyük sorunu mahremiyetin ölçüsü diye düşünürüm. Bizde ya da aramızda kalması gerektiğini düşündüğümüz o kadar çok hikayemiz var ki. Kendimiz değilse bile adı, rumuzu ve tarifi geçenlerin ne düşünecekleri düşüncesi, yazmaya niyeti olanların da kalemini tutukluyor sanırım. İşte bu nedenle diyorum ki yazmak bir cesaret işidir.
'Prof. Dr. Bülent TOPUZ'