Bakmayın siz başlığı bu kadar kolay yazdığıma, yazarken bile...
Bakmayın siz başlığı bu kadar kolay yazdığıma, yazarken bile içim sızlıyor hâlâ, gerçek mi değil mi kabul edemedim, sanki bir gün çıkıp gelecekmiş gibi!
Uzun zamandır hasta idi, şu lanet olası sigara var ya, şu sigara, hâlâ içmekten vazgeçemediğimiz, bizi yavaş, yavaş öldüren… Çok içmişti, gençliğinde dişçilik yapardı plastik (akrilik) tozu ciğerlerini kaplamıştı, iki yaşında babasız kalmış “hayal meyal hatırlıyorum derdi babasının cenaze merasimini’’ ben inanmazdım ama ses etmezdim, iki yaşındaki bir çocuğun babasının cenaze merasimini hatırlamasının tıbben mümkün olmadığını bildiğim için. Fakirlik var ya gözü kör olası fakirlik, cehennemin en dibinde yanası fakirlik, dul bir kadının elinde yetim büyümüş, doktorlar ciğerlerinde çocukluğundan kalma lekeler var derlerdi, anlamazdım o zamanlar, okula bile gitmemiş, gidememiş. Annem aradı:
[ilgili-haber=1352]
“Baban hasta oğlum yine”“Gelsin anne köyün minibüsü ile garajdan alırım ben onu, baktıralım doktora.”
“Gelecek takati yok oğlum, gelin alın gidin.”
Gittik, yine öksürüyor suratı simsiyah, yılda beş, altı sefer hastaneye yatar; tedavi olup dönerdi köyüne. Yine öyle bir durum sandım, gelirken konuşuyoruz arabada,
“Oğlum ben bu sefer öleceğim galiba.”
“Güldüm, baba sen ölmeyi o kadar kolay mı sanıyorsun, ölmek o kadar kolay değil!” dedim ukala bir şekilde. Devlet hastanesine gittik, doktorlar durumun ciddiyetini anlamış olacaklar ki yoğun bakıma almamız lazım fakat devlet hastanesinde yoğun bakım ünitesi dolu, başka yerlerden bulmaya çalışın dediler. Çocukluk arkadaşım Bülent Hoca -bizim için hâlâ Bülent- bırakın profesör olmasını Cumhurbaşkanı olsa da gözümüzde koca gölün başında çamur oynadığımız arkadaşımız, iyidir sağ olsun. Aradım hocayı Pamukkale Üniversitesi’nden bir yer ayarladı. Ben seviniyorum fakat babamın yüzünde bir hüzün, kırmakta istemiyor bizi, oğlum yatırmayın beni buraya dedi, sanki oradan çıkamayacağını bilirmiş gibi. Ne yapabiliriz? Doktor durumu ciddi dedi. Babamı dinleyen kim, yatırdık yatış o yatış 32 gün çekti. Zaman zaman steril kıyafet giyip yoğun bakıma yanına girerdim. Uzun kalamazsınız orada, 8 – 10 yatak tüm hastaların üzeri açık bir tarafta kadınlar bir tarafta erkekler, başınız yerde girer, başınız yerde çıkarsınız, hepsinin ağzında hortumlar, makinelere bağlı, makineler nefes aldırır onlara. “Baba nasılsın” derdim, o kahverengi gözleriyle iri iri bakar bana içimi eriten bakışlarıyla, göz kırparak “iyiyim” derdi. Doktor bir gün çağırdı; “durumu iyi değil bir kez daha gör” dedi, girdim benim gözümde dev gibi olan babam erimiş zayıflamış bir çocuk gibi küçücük kalmıştı, olsun o hala benim gözümde dev gibiydi. Elini tuttum, öptüm kokladım yüzüme sürdüm, gözlerini açtı, gülümsüyor muydu ne? Boğazından trektomi yapılmış tüm hortumlar oradan sokulmuştu, yüzü ortaya çıkmış, beyaz saçları uzamış sanırsın 33 yaşında, o kadar yakışıklıydı ki…
“Nasılsın?” dedim, konuşmaya çalıştı, ses çıkmıyor tabiî ki, elimi sıktı iyiyim dercesine, o kahverengi gözlerini bana dikmiş hiç kırpmadan bakıyordu, anlamıştım ne demek istediğini, bazen kelimelere gerek olmaz anlarsın sevdiğinin ne demek istediğini.
“Çıkmak mı istiyorsun baba” dedim, elimi sıktı evet anlamında, tamam dedim doktorla konuşup seni çıkaracağım; gülümsedi mutluydu sanki! İnanmıştı bana!
Doktorla konuştum. ‘’Makineden çıkarsak asansöre yetiştiremeden kaybederiz, makine olmadan ciğerleri nefes alamaz’’ Ne yapmalıydım Tanrım bir yol olmalıydı söz vermiştim söz, ağlayarak ayrıldım oradan, erkekler ağlamaz derler ya, hep öyle yetiştirirler ya bizi, öyle bir ağlar ki; kimseler susturamaz bazen, köpek gibi ağlar hem de.
Sabah telefon acı acı çaldı, çalışından anlar insan, hemen hastaneye koştum, o kadar metanetliyim ki kendime şaştım, kızdım. İşlemleri yaptık. Yine hocam sağ olsun ambulans ayarlamış. Köyü aradım hazırlık yapsınlar diye. Gerisi malum… Cenaze namazından sonra kabre götürdük. İçine indim kabrin, başucundan tuttum yavaşça sağ tarafının üzerine yatırdım, saçlarının ıslaklığını hissediyordum kefeninin üzerinden. Başının altına yumuşak toprak koydum acıtmasın diye. Bir an içimden geldi! Bende yatsa mıydım yanına, sarılsam baba seni seviyorum dese miydim, beni de gömseler miydi oraya? Zaman durmuştu sanki diz çökmüştüm başında. Hoca seslendi, “çık oğlum artık!” Doğruldum zoraki. Dizlerimin bağı kopmuştu sanki yığılıp kalacaktım oraya. Birisi elimden tuttu, çıkardılar beni dışarıya. Bir acele bir acele ki sormayın, hızla toprak atma ve bir an önce oradan uzaklaşmak. Öyle de oldu.
Akşam oluyor, yemek yenir, bilirsiniz. O yemeğe zıkkım derlermiş sonradan öğrendim. Zıkkımlandık bizde, orada duracak halim yoktu, insanlar gelmeden kardeşimi evde bırakıp şehre döndüm. Hanım ve çocuklar yattıktan sonra kendimle baş başa kaldım. Salona gidip kapıyı içeriden kilitledim, televizyonun sesini biraz açtım, bu ana kadar metanetli duran ben hıçkıra hıçkıra saatlerce ağladım. Hani erkekler ağlamazdı, öyle bir ağlar ki köpekler gibi hem de.
Aradan onca yıl geçti hala kabullenmiş değilim ölümünü, sanki bir yere gitmiş de her an çıkıp gelecekmiş gibi bir his var içimde.
Şu an, şu saat şu salise, henüz geç değil, eğer sağ iseler Babanıza ve Annenize sarılın sıkıca, gözlerinin içine bakıp seni çok seviyorum deyin, ben diyemedim.
Her babalar gününde hüzünlenir ve onu anarım.
Babam öldü benim…!
Raşit ÖZTÜRK
Yazar
Yazar