Konuya çocukluğumda yaşadıklarımdan örnek vererek girmekte yarar görüyorum. Denizli’nin şirin bir ilçesinin şirin bir kasabasına 1970 lerin başında geldim, babam dişç...
Konuya çocukluğumda yaşadıklarımdan örnek vererek girmekte yarar görüyorum. Denizli’nin şirin bir ilçesinin şirin bir kasabasına 1970 lerin başında geldim, babam dişçilik yaptığı için ilkokula İzmir in Kemalpaşa İlçesinin Ulucak köyünde başlamıştım. Kasabada yerleştiğimiz evimiz, bizden yıllar önce orada öğretmenlik yapmış olan dayımın yaptırdığı iki katlı, içinde tuvalet ve banyosu bulunan ve hala annemin oturduğu evdi. Dayımın tayini çıkınca evi bize satmıştı. Evin içinde tuvaletin olması yadırganan bir durumdu o zamanlar, alt katta girişte misafirler otururken tuvalete girmemiz annemiz tarafından yasaklanmıştı. Üst kata kovayla su çıkarmak ve tuvaleti her zaman temiz tutmak dört çocuklu bir kadın için zor olsa gerek. Binanın yan tarafına kazılmış olan çukur dolunca içindekiler yan taraftaki yolun kenarına çıkarılır orada haftalarca kalır ve tamamen kuruyunca çuvallara konarak tarlaya gübre olarak atılırdı. Tabi ki kuruyuncaya kadar geçen sürede mahalleli o kokuyu çeker ve hiç sesini çıkarmazdı çünkü kanalizasyon olmadığı için aynı işlemi onlarda yaparlardı fakat onların bu iş için mutlaka bir avluları vardı, dayım arsası küçük olduğu için sadece ev sığdırabilmiş avluya yer kalmamıştı. Kasabada herkesin durumu aynıydı avlunun bir ucuna çukur kazılır, çukurun ucuna iki kayrak taşı konur, yanına derme çatma üç duvar örülür üstü kabaca örtülüp önüne de bazen bir çul ya da eğreti eski bir tahta kapı asılırdı.
Ben alafranga tuvaleti 1980 yılında Pamukkale koru Motel de işe başladığımda gördüm, oradaki tuvalet maceramı anlatsam ayrı bir yazı olurdu. Kasabada tenha bulduğu her yere hacetini gideren ben, tuvaletin ne kadar önemli bir iş olduğunu orada öğrendim. Çalıştığım otelde bulunan 72 oda ve lobi de bulunan tuvaletlerden değil elbet, o zamanlar Pamukkale de kazılar yapan İtalyan bir ekip otelimizde kalıyordu, başlarında yaşlı bir profesör kadın vardı adını şimdi hatırlayamadım. Gece çalıştığım için belirli saatten sonra resepsiyonda uyurdum haliyle gün boyu ayaktaydım, o zamanlar Denizli ye gelmek pek kolay değildi, canım sıkılınca tarihi eserleri gezer bazen de İtalyanların yanına gider onları izler, köyden bulup çalıştırdıkları amelelerle sohbet ederdim. İyi Türkçe bilen profesör bazen bana İtalyan sigarası verir beraber tüttürür, sohbet ederdik. Bir gün yine gittim yanlarına, kazdıkları yer kuzey giriş kapısının oradaki yoldu, uzaktan heyecanlı bir telaş olduğunu görüp koşarak yanlarına vardım, Profesör kadının heyecanını görmeliydiniz sandım ki Roma imparatorluğunun içi altınlarla dolu hazine dairesini buldular, sağ tarafta on yada on beş metrekare bir alanı itina ile kazıyorlar, sordum ameleye ‘’len ne buldunuz da böle pişmiş kelle gibi sırıtıp durusunuz?’’. ‘’Ne bileyim abi tuvalet diyip durula ya bişiy annamadım ben, gaz diyola gazıyom işde’’ merakım daha da arttı içimden ‘’Len sen taaa İtalya dan gel, her yıl aylarca sıcağın altında elindeki cımbız gibi aletle toprağı eşeleyip dur, sona bula, bula Roma kenefi bul’’ diye bıyık altından güldüm, bizim köydeki yıkık harımlar gibi bir yer işte fakat ( U ) şeklinde uzun üç mermeri bizim köydeki evimizdeki sedir gibi dizmişler bir sürü de delik delmişler yan yana. Sıcağın altında tuvalete bakmak ve o deliklere on iki kişinin aynı anda nasıl hacetini giderdiklerini aklım almadığından ayrıldım oradan. Akşam resepsiyondayım Profesörün yanında genç bir kız vardı, durmadan deftere bir şeyler çiziktirip duruyordu, ona dikkatlice baktığımı anlamış olmalı, bana gel diye işaret etti, gittim yanına elindeki resim defterini gösterdi bana o tuvaletin şeklini kağıda geçirmiş, on iki deliğin üstüne adamları çizmiş, altında da su akıyor, insanlar hacetini yapınca su alıp gidiyor, ortadaki iki adet mermer kazanın içindeki suyla da ellerini yıkıyorlardı, kız benim aval aval baktığımı görünce gülümsedi ve İtalyanca anlamadığım bir şeyler söyledi, kafamı sallayıp gülümsedim ve ayrıldım yanından.
Ben alafranga tuvaleti 1980 yılında Pamukkale koru Motel de işe başladığımda gördüm, oradaki tuvalet maceramı anlatsam ayrı bir yazı olurdu. Kasabada tenha bulduğu her yere hacetini gideren ben, tuvaletin ne kadar önemli bir iş olduğunu orada öğrendim. Çalıştığım otelde bulunan 72 oda ve lobi de bulunan tuvaletlerden değil elbet, o zamanlar Pamukkale de kazılar yapan İtalyan bir ekip otelimizde kalıyordu, başlarında yaşlı bir profesör kadın vardı adını şimdi hatırlayamadım. Gece çalıştığım için belirli saatten sonra resepsiyonda uyurdum haliyle gün boyu ayaktaydım, o zamanlar Denizli ye gelmek pek kolay değildi, canım sıkılınca tarihi eserleri gezer bazen de İtalyanların yanına gider onları izler, köyden bulup çalıştırdıkları amelelerle sohbet ederdim. İyi Türkçe bilen profesör bazen bana İtalyan sigarası verir beraber tüttürür, sohbet ederdik. Bir gün yine gittim yanlarına, kazdıkları yer kuzey giriş kapısının oradaki yoldu, uzaktan heyecanlı bir telaş olduğunu görüp koşarak yanlarına vardım, Profesör kadının heyecanını görmeliydiniz sandım ki Roma imparatorluğunun içi altınlarla dolu hazine dairesini buldular, sağ tarafta on yada on beş metrekare bir alanı itina ile kazıyorlar, sordum ameleye ‘’len ne buldunuz da böle pişmiş kelle gibi sırıtıp durusunuz?’’. ‘’Ne bileyim abi tuvalet diyip durula ya bişiy annamadım ben, gaz diyola gazıyom işde’’ merakım daha da arttı içimden ‘’Len sen taaa İtalya dan gel, her yıl aylarca sıcağın altında elindeki cımbız gibi aletle toprağı eşeleyip dur, sona bula, bula Roma kenefi bul’’ diye bıyık altından güldüm, bizim köydeki yıkık harımlar gibi bir yer işte fakat ( U ) şeklinde uzun üç mermeri bizim köydeki evimizdeki sedir gibi dizmişler bir sürü de delik delmişler yan yana. Sıcağın altında tuvalete bakmak ve o deliklere on iki kişinin aynı anda nasıl hacetini giderdiklerini aklım almadığından ayrıldım oradan. Akşam resepsiyondayım Profesörün yanında genç bir kız vardı, durmadan deftere bir şeyler çiziktirip duruyordu, ona dikkatlice baktığımı anlamış olmalı, bana gel diye işaret etti, gittim yanına elindeki resim defterini gösterdi bana o tuvaletin şeklini kağıda geçirmiş, on iki deliğin üstüne adamları çizmiş, altında da su akıyor, insanlar hacetini yapınca su alıp gidiyor, ortadaki iki adet mermer kazanın içindeki suyla da ellerini yıkıyorlardı, kız benim aval aval baktığımı görünce gülümsedi ve İtalyanca anlamadığım bir şeyler söyledi, kafamı sallayıp gülümsedim ve ayrıldım yanından.
Şimdi iki bin yıl önceki tuvalet kültürünü anlattıktan sonra gelelim zurnanın zırt dediği yere yani günümüze. Hanımla Pazartesi günü öğleden sonra çamlık mesire alanına yürüyüşe gittik, oradaki tuvalete girmek zorunda kaldım, manzarayı anlatıp canınızı sıkmak istemem. Yine bir gün mahallemizdeki caminin tuvaletine gitmeye mecbur kaldım manzara yine aynı. Honaz ilçesindeki suyun çıktığı yerdeki tuvaletler de aynı durumda. Bakınız memleketimizin her yerinde, nerede mesire yerleri, tarihi mekanlar, düğün, toplantı, mevlüt, stadyum gibi yerlerin tuvaletine bakınız, manzara hep aynı. Teknolojinin bu kadar ilerlediği, aya yumuşak iniş planladığımız bir çağda, temizlik imandan gelir diyen bir dine sahip olan bizler, iki bin yıl öncesinin tuvalet kültüründen daha geride olduğumuz gerçeği ile nasıl yaşayacağız bilemiyorum.
Bizden başka aynaları kırılmış, lavaboları bozuk, kapı kolları sökülmüş, çeşmeleri çalınmış, duvarlarına yazılar yazılmış, sıvı sabunları yerlere akıtılmış tuvaletleri olan millet var mıdır? Diye düşünmeden edemiyorum. Tuvalet eğitimine anaokulundan değil de, anne karnından başlasak yeridir bence.
Bizden başka aynaları kırılmış, lavaboları bozuk, kapı kolları sökülmüş, çeşmeleri çalınmış, duvarlarına yazılar yazılmış, sıvı sabunları yerlere akıtılmış tuvaletleri olan millet var mıdır? Diye düşünmeden edemiyorum. Tuvalet eğitimine anaokulundan değil de, anne karnından başlasak yeridir bence.
Raşit ÖZTÜRK
Yazar
Yazar