Futboldan anlasam da pek sevmediğimi ve maçları da takip etmediğimi itiraf etmeliyim, sordukları zaman Galatasaray’ı tuttuğumu söylerim fakat hadi bakalım beş futbolcusunu say deseler sayamam. Ben futbolu sevmesen maçları izlemesem de arkadaşlarım arasında her iki takımı tutan fanatikler mevcut, zaman zaman onların maçlar hakkındaki konuşmalarına şahit olurum. Hafta sonu oynanan maçların kritiklerini tüm hafta boyu sabırla dinlerim, bazen müdahale ettiğim olur ‘’Oynanıp bitmiş bir maçı hafta boyu konuşmak nasıl bir iş, hoca şunu oynatmasa, şunu çıkarsa onun yerine bu futbolcuyu oynatsa, hakemin verdiği kararların yanlış olduğundan bahsetmenin ne faydası var’’ desem ne gam! Fanatiklik işte tüm spor yorum programlarını illaki izleyecek. Türkiye kupası derbi maçının Suudi Arabistan da oynanacağını duyduğumda şaşırmış ‘’ Hayırdır ne işimiz var orada, buradaki sahalara ne olmuş? Köküne kıran mı girmiş’’ diye itiraz etmiştim. ‘’Suudi Arabistan futbola büyük yatırımlar yaptı, birçok ünlü futbolcu aldılar, İspanya takımları bile derbi maçlarını orada oynadılar, bizimkilere de iyi para verecekler, ileride Dünya Kupasını ülkelerine almak istiyorlar’’ dediler, verdikleri cevabın en çok para kısmı beni ikna etti.
Ülkelere karşı ön yargım pek yoktur fakat Suudi Arabistan’ı yöneten Suud ailesinin biz Türklerden pek hazzetmediğini iyi biliyorum. Bu Suud hanedanı nı anlatalım efendim.
Bugünkü Suud Hanedanına adını veren Muhammed bin Suud, Arabistan’ın çeşitli yerlerine dağılmış olan Aneze kabilesinin Mesâlîh koluna mensup Âl-i Mukrin aşiretindendir. Ataları 15. yüzyılda Katîf’ten gelerek Diriye’ye yerleşmiş ve o tarihten itibaren Diriye emirleri bu aileden çıkmaktaydı. Babasının ölmesi üzerine Muhammed bin Suud, Diriye ve çevresinde ilk olarak 1726’da bağımsız bir emir sanıyla hükmetmeye başladı. Bu dönemde Muhammed'in zamanındaki hayat tarzına dönülmesini savunan ve her türlü yeniliğe ve mezarlara karşı olan Vahhabiler ve öğretilerin yayıcısı Muhammed bin Abdülvehhâb bazı sahâbelerin kabirlerini yıktırması sonucu gördüğü tepkiler üzerine Diriye’ye sığınmak zorunda kaldı. Vahhabilere göre mezarın sadece ziyareti değil, yerinin belli olması bile cehennemin kapılarını açacak bir kabahatti. Diriye’ye yerleşmesi Muhammed bin Abdülvehhâb’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Suud ailesi kendisine sahip çıktı ve fikirlerinin yayılmasına destek verdi. Böylece birbirleriyle anlaştılar. Bu ittifak hem Suûdîler’in hem Vehhâbîler’in tarihinde bir dönüm noktası oluşturdu. Daha sonra Muhammed bin Suûd'un Abdülvehhâb’ın kızıyla evlenmesiyle aralarında akrabalık kurarak dinî-siyasi bir güç oluşturdular. Bu arada emirliğin Muhammed bin Suûd, şeyhliğin Muhammed bin Abdülvehhâb nesline ait olması kararlaştırılarak Suûdî hânedanının temelleri atıldı. Birtakım yeni fikirlerle desteklenmiş katı kurallara oturtulan Vehhâbî-Suûdî hâkimiyetini tüm Arabistan ve Körfez ülkelerine yayma çabasına girdiler. Vehhâbîlik hareketi, yaklaşık otuz yıl süren yavaş ve düzensiz bir yayılma döneminin ardından Suûd ailesinin Necid’in tamamına hâkim olmasıyla büyük bir ivme kazandı. Napolyon Bonapart’ın 1798’de beklenmedik bir şekilde Mısır’ı işgal etmesi ve bunun ardından ortaya çıkan meseleler Suûdîler’in işine yaradı. 1802'de Abdullah bin Suud, Kerbelâ’yı basıp matem ayini yapan Şiîler’in 2000’den fazlasını öldürerek Hüseyin’in sandukasını ateşe verip türbedeki 200 deve yükü altın ve gümüş eşyayı Diriye’ye getirdi. 1803’te Hicaz’a karşı giriştikleri işgal hareketi ile ilk önce Taif'i ardından da 1805’te yeniden Hicaz'a girip Medine’yi ele geçirdiler. Medine'de ne kadar türbe ve mezar varsa hepsi yerle bir edildi ve Mescid-i Nebevi yağmalandı. Bir yıl sonra da 1806'da Mekke'yi ele geçirdiler. Hac yolu seneler boyu kapalı kaldı ve uyarılara kulak asmadan Mekke’ye doğru yola çıkanlardan da hiçbir haber alınamadı. O yıllarda bir yandan Sırp isyanı ile uğraşan diğer taraftan da Rusya ile savaş halinde olan ve aynı zamanda Sultan III. Selim'in tahttan indirilmesiyle neticelenen bir isyan nedeniyle iç meselelerle boğuşan Osmanlı Devleti ancak Sultan II. Mahmud tahta geçtikten sonra sorunun çözümü için bir girişimde bulunabildi. Kavalalı Mehmed Ali Paşa, 1811’de oğlu Tosun Paşa komutasındaki muntazam piyade ordusunu Süveyş üzerinden Hicaz'a sevketti. Tosun Paşa ilk önce Medine'yi geri aldı. Bir süre sonra da Mekke ve Medine ile Hicaz'ın tamamı geri alındı.1816’da ölen Tosun Paşa’nın yerine Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın diğer oğlu İbrahim Paşa’nın bölgeye gelmesiyle mücadele şiddetlendi. Abdullah bin Suud, 2 Mayıs 1817’de İbrâhim Paşa kuvvetlerine mağlûp oldu ve merkezi olan Diriye’ye çekildi. İbrâhim Paşa beş aylık bir kuşatmadan sonra 6 Eylül 1818'de Diriye'yi ele geçirerek iç kaledeki bir kasra sığınmış bulunan Abdullah bin Suud’u dört oğlu ve bazı yakınları ile birlikte yakaladı. Abdullah bin Suud ise, kâtibi ve hazinedarı ile birlikte deniz yoluyla İstanbul’a gönderildi. 14 Aralık 1818’de, Haliç’te Defterdar İskelesi’ne çıkarıldıktan sonra zincirlere vurulmuş bir şekilde halka teşhir edilerek Bâbıâli’ye getirilerek Sadrazam'ın huzuruna çıkarıldı. 17 Aralık 1818 günü Sultan II. Mahmud o gün yapılan cirit ve mızrak oyunlarını seyretmek için Beyazıt'taki eski saraya gitmişti. Abdullah bin Suud'u adamlarıyla beraber eski saraya götürüp padişahın huzuruna çıkardılar. Sultan II. Mahmud idamlarını emretti. Abdullah bin Suud, Sultan II. Mahmud'un huzurunda Bostancıbaşı Halil Ağa'nın kılıcıyla padişahın gözleri önünde kellesi kesilerek idam edildi.
1917 yılında bölgede hakim olan İngilizler Abdülaziz İbn Suud'u o bölgenin hakimi yaptılar.
Bu anlattığım tarihi gerçekler ışığında Suudi Arabistan’ı yöneten para azgını bu Suud yetkilileri bizlere ve ulu önderimiz Atatürk’e hayırlı soluk solurlar mı? Takdirini sizlere bırakıyorum.