“Sesi güzel olmayanların ve güzel Ezan okuyamayanların, Ezan okumaları caiz değildir. İlle okuyacaklarsa hoparlörsüz, uzatmadan çabucak okusunlar.
Müezzinin sesi çok güzel ve çok güzel de Ezan okuyor... Hoparlörler 100 desibelin üzerinde ses çıkartıyorsa bu ses yüksekliği ve şiddeti Ezana çok zarar verir. Halkın beş vakit namazı terk ettiği bir İslam ülkesinde, herkesin gaflet uykusunda olduğu seher vakitlerinde hoparlörleri sonuna kadar açmak bazı kişilerin küfrüne yol açabilir.
Ezanlar hiçbir zaman 65 desibeli, bilemediniz 70-80 desibeli geçmemelidir. Diyanet İşleri Başkanlığı Türkiye'nin bütün camilerindeki hoparlörleri, ses ayarlarını bir nizama bağlamalıdır.
Mahalle arasında apartmanlar içinde bir cami... Şimdi yaz mevsimi saat 4,30'da Ezan okunuyor. Bu Ezan o kadar güzel okunmalıdır ki, namaz kılmayanlar bile doğrulup tatlı tatlı dinlemeli...
Bu yazımdan dolayı beni Ezan düşmanlığı yapmakla suçlayan biri çıkarsa ona özürlü derim... Bendeniz hoparlör düşmanıyım... Aşırı yüksek desibel düşmanıyım... Ezan Tevhid'in sesli bayrağıdır. Ona karşı olan kafir olur.”
Tahmin edebileceğiniz gibi yukarıdaki satırlar bana ait değil, Mehmet Şevket Eygi’nin 26 Temmuz 2012 tarihli yazısından. Altına imza atabileceğim bu yazıya benzer, aynı anlamı ifade edebilecek bir şeyler ben de yazabilirdim, ama buna cüretim olmaz. Nasıl KBB uzmanı olmayan biri işitme kayıpları üzerine ahkam kesemez ise, ben de dinin temel konularda haddi aşma riskine giremem. Ama, daha önce mevlüt okumanın/okutmanın gürültü kirliliği yapması üzerine yazdığım gibi, ramazan davulcusuna bir şeyler söylemekte de sakınca görmüyorum.
Oturduğum mahallede akordu bozuk bir ramazan davulcusu dolaşıyor. Çekiç ile bir çivi çakmak ister gibi biteviye aynı tonda bir sesi çıkaracak şekilde davula vuruyor da vuruyor. On sekiz yaşında var mı yok mu bilemiyorum. Kendisi varsa bile arada bir davulu ve tokmağı emanet ettiği çocuklar onsekizin altında olmalı. Saat iki civarında başlayıp, sabahın dördüne kadar sürekli duyulabilen bir ses. Bizim apartmanın etrafında daha çok oyalanıyor, dönüp dolaşıp tekrar geliyor, ya da bana öyle geliyor.
Davulcuların bir de motorize olanları var. Gazete haberine göre; geçen yıl motor ile dolaşan davulcu, bu sene dört tekerlekliye terfi etmiş. Bu durum modaya uymak olarak tanımlanmış. Bu işin modernize edilecek yönü var, ama böylesi değil…
Belediye davulcuları nasıl seçiyor acaba? Mesela en düşük ücrete çalan, en fazla mesai yapan gibi bir kriteri var mıdır? Günümüzde ramazan davulcusunun uyandırmasına gereksinim olmadığı herkesin malumu. Davulcunun varlığını devam ettirmek ve desteklemek bir geleneği yaşatmak amacını taşımakta. Bu anlayışa benim bir itirazım yok. Ama benim geleneğimde davulcu ritmik, kulağa hoş gelen bir melodi çalardı. Arada bir durur mani söylerdi. Hatta çocukluğumun geçtiği kasabada, her akşam bir evden mani eşliğinde yumurta dürümü isterdi.
Belediye mutlaka davulcuları bir elemeden geçiriyordur diye düşünüyorum. Ya işi alanlar günümüzün adeti olduğu üzere taşeron kullanıyorlar, ya da yeterli sayıda ehil davulcu yok. Bu durumda öncelikle taşeronlaşmaya karşı sıkı denetim gerekiyor. Benim önerim ise şöyle.
Belediye işin ehli sınırlı sayıda davulcu ile anlaşsın. Bu davulcular belirli bir plan dahilinde birden fazla mahallede görevli olsunlar. Maksat bir geleneği yaşatmak ise bizim mahalleye ramazan ayı boyunca en az bir defa, en fazla dört defa gelmeleri yeterli. Benim çocuğuma ya da torunuma “eskiden ramazanda sahura davul sesi ile uyanırdık. Otuz gün boyunca işte böyle hem çalar, hem mani söylerlerdi” diyebilmem yeterli.
Eygi’nin ne dediğini bir kere daha hatırlayalım; “herkesin gaflet uykusunda olduğu seher vakitlerinde hoparlörleri sonuna kadar açmak bazı kişilerin küfrüne yol açabilir.” Siz “hoparlör” yerine “davul” okuyuverin artık.
(Not; Bu yazım 11 Ağustos 2012’de Denizli gazetesi Köşe yazımdır.)
Prof. Dr. Bülent TOPUZ