Hemşerim gazeteci yazar...
Hemşerim gazeteci yazar İbrahim İmamoğlu köyümüz Zeyve’nin tarihini yazdı. Kitap sadece bir köyün tarihi ile sınırlı değil. Köyün ilk Türkmen yerleşimlerini anlatırken hemen tüm oğuz boylarını; nüfus, vergi, idare konularını anlatırken Selçukludan Germiyanoğullarına, Osmanlıdan cumhuriyete genel tarihi buluyorsunuz. Yani Çal yöresinde bir köyün tarihini okuyorum derken kendinizi horasanda, Halep’te bulabilirsiniz.
Okullarda tarihimiz anlatılmaya çalışılır ama öğrencinin hiç ilgisini çekmez. Bu kitapta olduğu gibi bize ortaokul ve lise sıralarında tarih diye köyümüzün tarihi anlatılıp öğretilse idi, biz genel tarihi de öğrenirdik diye düşünürüm. Neticede insan kendi tarihini, dokunabildiği kadar yakınlıkta olan somut ve soyut kültürel mirasın anlamını merak ediyor. Bunlardan öğrendiklerini ev ve kahvehane sohbetlerinin konusu yapıyor. Mesela 15. Yüzyılın coğrafi keşifleri çok azımızı ilgilendiriyor. Öğrencilere ve gençlere merak ettiklerini vermek lazım.
[ilgili-haber=755]
Kitabı okurken editörlüğünü yaptığım Çal Yöresi Sempozyumu bildiri notları kitabından oldukça yararlanılmış olması hoşuma gidiyor. Emeklerin karşılık bulması bakımından memnuniyet verici.Şu sıralar İbrahim kardeşim kitabı bölüm bölüm köyün facebook grubunda paylaşıyor. Böylece hem daha fazla kişiye ulaşmış oluyor, hem de meraklısı soruyor, yorumluyor güzel bir tartışma ortamı oluşuyor. Bu vesile ile grubun kurucusu ve yöneticisi Turan Aslan’a da teşekkür ederiz.
Son paylaşılan konu başlığı köyümüzün kadim 4 camisi idi. Bunlardan Guburlar camisinin bende özel bir anlamı vardır. Aslına uygun korunmuş olması bakımından aslında tüm köyün gönlünde farklı bir yeri olması gerekir. Zira diğer camiler ahşap olmalarından, koruma hassasiyetlerimizin eksikliğinden ve beton sevdamızdan olsa gerek hepsi de beton ile yenilendiler. Dönelim Guburlar camiine;
Bu camide dedem gönüllü imamlık yapmıştır. Çal Sempozyumu hazırlıkları sırasında bu camiye sanat tarihçi Kadir Pektaş hocayı götürmüştüm. Camii yapı itibari ile sempozyum kitabında kayda geçirildi. Aşağıdaki kısım bu kitaptan;
“Kıble duvarının hafif soluna kaydırılan yuvarlak kemerli sade mihrab nişi ile batı köşesinde vaaz kürsüsü, doğu köşesinde minbere yer verilmiştir. Ahşap minberin korkuluk ve aynalık bölümlerinde ajur tekniğinde yapılmış süslemeler işlenmiştir. Aynalıkta, 16 kenarlı daire kompozisyonu, simetrik yerleştirilen, ortadan kenarlara doğru çıtalarla ayrılan yüzeyler içine alınmış kıvrık dal ve stilize çiçek motifleri ile tamamlanmıştır.”
Kadir Hoca camiyi incelerken, ahşap ağaç işlemelerin dedemin evindeki ahşap işlemeler ile aynı olması dikkatimi çekti. Hemen oracıktaki cemaatten birine süslemelerin ustasını sordum. Bilmiyorum deyince Rüştü Karabulut olabilir mi, zira onun evindeki ocağın üstündeki “rafık kaşı” dediğimiz ağaç işleme aynısı dedim. Bu sözümün yaptığı çağrışım üzerine dedi ki, yok hayır iki ev aşağıdaki Mehmet Karabulut yapmıştır. Mehmet Karabulut’un dedem Rüştü Karabulut’un ustası olduğunu ben zaten biliyordum. Beraber yapı ustalığı için gurbete gittiklerini, eşeklerle ta Sivrihisar’a kadar gittiklerini kendisinden dinlemiştim.
İnsanoğlu fani, bir gün öleceğini bilir, ama yok olmayı kabul edemez. İster ki dünyada kendinden bir iz kalsın. O izler, zanaatte, sanatta, bir kitapta; daha çok da ya bir mimaride ya da bir mekanda bulunur. Biz o izler üzerinden, gidenlerin varlığını hem yaşar, hem de gelecek nesillere taşırız. Sonra birileri gelir bu yapıları yıkar, bize ne iz, ne tarih bırakır…