“Zaman görecelidir” der Al...


“Zaman görecelidir” der Albert Einstein. Sevdiğiniz ile geçirdiğiniz bir saat bir saniye gibi geliverir. Yanan bir fırının karşısında geçirdiğiniz bir saat ise bir ömür…

Nazım Hikmet de bir şiirinde zamanın göreceliğini müthiş anlatır; bilim ile şiiri el ele yürüterek dizeler arasında:

  Ben içeri düştüğümden beri

                       güneşin etrafında on kere döndü dünya.

Ona sorarsanız:

lâfı bile edilmez, mikroskobik bir zaman.”

Bana sorarsanız:

on senesi ömrümün.

 

Bir kurşun kalemim vardı

ben içeri düştüğüm sene.

Bir haftada yaza yaza tükeniverdi.

ona sorarsanız: bütün bir hayat.

Bana sorarsanız:

adam sen de, bir iki hafta.”

 

Einstein –hayatta olsaydı keşke- bu şiiri okusaydı, yazacağı bir sonraki bilimsel makale için Nazım’la –yaşar insanlığın kalbinde-  fikir, şiir alışverişinde bulunurdu diye düşünüyorum.

Peki, sizin için zamanın geçmek bilmediği, durduğu, dipsiz bir kuyuya düşen damlalara dönüştüğü anlar nelerdir, hiç düşündünüz mü?

Ya da zamanın nasıl geçtiğini anlamadığınız, uçtuğu, şah çekip mat ettiğiniz hamlelere dönüştüğü anlar nelerdir, hiç hissettiniz mi?

Teoman’ın “Paramparça” şarkısındaki şu sözlere dikkat buyurun:

Nasıl oluyor; vakit bir türlü geçmezken,

Yıllar hayatlar geçiyor?

 

Yıllarımız, hayatlarımız geçerken “anı yaşamak” meselesi var bir de! Uzmanların, kişisel gelişimcilerin hep vurguladığı, teoride kolay, pratikte zor olan iş, “anı yaşamak!”

Araştırmalar gösteriyor ki, bir insan günde yaklaşık altmış bin düşünce geçirirken beyninden, bunun yüzde doksanı geçmişe ait! Geçmiş yaşantılara, prangalara bağlı yaşıyoruz. Trafikte araç kullanan birinin hep dikiz aynalara bakarak yol almasına(!) benzetiliyor bu durum. Ya da “düşünce gevişleri”ne, hep aynı konuyu, olayı çevirip çevirip çiğnemeye… Üzerine gelecek kaygılarını da eklediniz mi, bizim “an” ürkek bir kuş gibi kaçıverir ellerimizden, bir daha dönmek istemezcesine.

An’ı yaşadığım ender yerlerden birisi de “kamp ortamları” dır. Yıllardır yaptığım izcilik kampları, deniz kampları, orman kampları bana hep şunu hatırlatır:

Ne geçmiş, ne gelecek, ne varsa bugüne ait!

Kamp ortamının bilinmezlikleri ile ulaşırsınız kamp yapacağınız yere. Çadırınızı kurarsınız, sonra manzaranın tadını çıkarırsınız. Denizin, ormanın muhteşemliğinde keyfinize keyif katarsınız. Çözmeniz gereken sorunlara pratik çözümler üretirsiniz;  hayatta problemlerin küçüldüğünü, çözümlerin büyüdüğünü fark edersiniz. Sohbetler edersiniz; karşınızdaki insanın gözlerinde, yeni gözler ile ışıklanırsınız. Aklınız, fikriniz kamptadır. Ne geçmiş yaşantılar, ne geleceğe dair hayaller, kaygılar… Hiçbiri aklınızın ucundan geçmez. Yedi yirmi dört “kamp da kamptır” sözleriniz. Şehirde yüksek standartlarda alıştığınız yaşantılar burada basitleşir, fakirleşir. Fakirliğin zenginliğe dönüşümü karşısında gıpta edersiniz. Aslında zenginliğin fakirlik olduğunu düşünmeye bile başlarsınız.  Ne gereksiz şeylerle beynimi meşgul ediyormuş der, değişim kararlarına yelken açarsınız. Televizyon, bilgisayar vb. birçok ekrandan uzaklaştıkça sakinleştiğinizin, dinginleştiğinizin, daha çok gülümsediğinizin farkına varırsınız. İncir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden aralarında kan bağı olanların birbirlerini öldürdükleri hikayeleri değil, ay çekirdeğinin etrafında aralarında sevgi bağı kuranların hoş hikayelerini dinler, yaşama karışırsınız. Geceleri de ayrı bir güzeldir, kamplar. Şehir ışıklarından uzak, milyonlarca yıldız size göz kırpar, “uzun zamandır görüşemiyorduk, özlettin” dercesine. Siz de bu sonsuzluğa baktıkça büyülenir, gözlerinizi alamazsınız. Her güzel şeyin bittiği gibi kampın da bittiği gün çadırlarınızı toplarken, ayrılık hüznü de hemen toparlanıverir duygularınızın merkezinde. Kışlık salçalar, tarhanalar, yemeklikler beklerken evinizin kilerinde; kamp hatıralarınızda yerini çoktan almıştır,    -kışın sevdiceklerinize anlatılmak üzere- anılar defterinde…

Ağustos hatıralarla biter. Kamp bittiğine göre, biraz geçmişe dönelim. Ağustos şanlı zaferlerimiz ile tekrar hatırlanır. Üzerine de Kurban Bayramı’mız gelir, bize de güzel dileklerde bulunarak yazımıza son vermek yakışır:

30 Ağustos Zafer Bayramı,

31 Ağustos Arife,

1 Eylül Kurban Bayramı.

Ardışık günler, ardışık sevinçler, ardışık hayaller…

Kurban olalım böyle güzelliklere,

Kurban etmeyelim insanlığımızı yok yere,

Varız, yaşanılası dünya için, el ele, gönül gönüle…

‘Faruk GÜLHAN – Öğretmen’