“Bir yerde kötülük varsa, oradaki herkes biraz suçludur.”
Felsefe ve müzik eğitimi alan Zülfü Livaneli, 2008 yılında yazdığı “Son Ada” kitabı ile öyle bir perspektiften bizlere olay örgüsü sunuyor ki; filozoflara/düşünürlere, hayat sorunlarına sırtını çevirmek yerine dertlenenlere, düşünce dehlizleri açıyor. Koca orkestraya sadece flütüyle ahenk katan sanatçı edasıyla bir bir sessizliğimizle desibelleşen ve kulakları sağır eden sorunsal sesleri açıp kapatıyor.
Zülfü Livaneli’den bahsetmek gerekirse, romanları 40 dilde yayınlanır; İspanya, Kore ve Almanya’da çok satanlar listesine girer. İtalya ve Fransa’da ‘Yılın Kitabı Ödülü’, ABD’de çeşitli edebiyat ödülleri, ‘Balkan Edebiyat Ödülü’; Türkiye’de ‘Yunus Nadi Roman Ödülü’, ‘Orhan Kemal Roman Armağanı’ ve ‘Beyaz Martı Onur Ödülü’ gibi ulusal ve uluslararası ölçekte pek çok saygın ödüle layık görülür. Yurt içi ve yurt dışında prestijli üniversitelerde konferanslar ve dersler veren Livaneli’nin romanları Missouri Southern State University (MSSU)’da ders kitabı olarak okutulur. 1980’li yıllarda Türk Yunan Dostluk Derneği kurucularındandır.
Yaşar Kemal, “Son Ada” roman için; “Zülfü büyük kapıdan bu romanıyla girmiştir.” der. Romanın konusu, daha doğrusu konuları çok ilginçtir. Pek çok konu bir ana konuya bağlanır, büyük klasikler gibi. Klasikler ana konunun yöresinde, içinde dolanıp dururlar. Zülfü’nün bu romanı da birçok sebepten dolayı klasikler içindedir.
Şimdi romanın sayfalarına uzanıp adaya çıkarma yapalım, usulca.
Gizli özne, romanın ana kahramanıdır; önce zalimliği gözükmeyen gizli bir zalim. Gururlu ama gururu hiç belli değil. Demokrasi değerlerini paravan olarak kullanıp diktatörlüğüne zemin hazırlayan, kat çıkan, yetinmeyip ‘gökdelen diktatörlük’ inşa eden narsist bir kişilik ile karşı karşıyayızdır. Karşı karşıya demek de gerçi yanlış olur. İnsanlığın büyük bir kısmı böyle kişiliklerle uğraşacak mecali mi yoktur? Nemelazımcı mıdır? Bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı mıdır? Tanımlanamayan tanımsızlığın katmerli tanımı mıdır? Nazım Hikmet’in ‘akrep gibisin kardeşim’ şiirinin ayan beyan belli öznesidir çoğunluk, güruh…
Ben usulca dedim ama çarşaf gibi deniz misali ilk sayfayı çevirdiğimde roman, “ ‘O’ bir gün çıkıp gelene kadar, ‘en iyi korunan sır’ dediğimiz yeryüzü cennetinde huzur içinde yaşayıp gidiyorduk. ” vurucu cümlesiyle ilk sert dalgaları zihnimize vurarak bizi karşılar.
Bu ada nasıl da güzel tanımlanır: Çam ormanları, doğal bir akvaryum gibi masmavi ve saydam denizi, rengarenk balıkları, güzel koyları, beyaz hayaletler gibi sürekli uçan martıları, bütün anakaralardan uzak dinginliği, geceleri baygın baygın yasemin kokuları, yaz-kış aynı ılıman iklimle sarılıp sarmalanması, sabahları denizin üstündeki süt beyaz sisi, akşamüstü insanın yüzünü yalayan hafif esintisi, martı çığlıklarına eşlik eden rüzgarın fısıltısı, lavanta kokuları, sisli havalarda havada asılıymış gibi duran ikiz adanın büyülü görüntüsü, evleri saran mor begonvilleri, gece ıhlamurlarını, ağaçların içinde varlığı yokluğu belli olmayan kırk evi, başlı başına bir dünya…
Yukarıda betimleme egosantrik çevre anlayışına kaç deniz mili uzak? Ekosantrik çevre yaklaşımına kaç kulaç yakın? İşte bu yakınlık-uzaklık analizini iyi yorumlayan adalılar, giderek deliren dünyada böyle yerin varlığının bilinmemesinden dolayı inanılmaz mutlu ve huzurlu. Çünkü onlar için; son ada, son sığınak, son insani köşeydi burası. Televizyon yayınlarının olmadığı, gazetelerin bir hafta sonra vapurla geldiği, her şeyden öylesine uzak bir kurtarılmış insani bölgeydi burası.
Adanın yakın geçmişi, çok zengin bir işadamının adayı alışıyla başlar. Eşi dostuna ücretsiz verdiği arazilerde, adanın doğal güzelliğini bozmadan imece usulü kırk ev yapılır. İşadamı öldüğü zaman ev büyük oğluna geçer. O da işle güçle pek ilgisi olmadığından adadaki yaşamını sürdürür ve “1 numara” ünvanını alır.
Romanda anlatıcı “36 numara”dır. Yazar “7 numara”dadır, ulu ağaçların gölgeli bir tünel oluşturduğu toprak yolun başlangıcı. Yazarlar da zaten toplumların ulu ağaçları değil midir? Biz de onların gölgelerinde oturan çocukları. Yazarlar da söylenmemişi söyleyen, yeni yollar açan, toprak yolun başlangıcı metaforu bence romandaki yazar ile o yazarı yazan yazarın işte o yolda buluşmasıdır ilk defa.
Ve adanın gerçek sahipleri, binlerce yıl öncesinden adayı yurt edinmiş martılar…
24 numaradaki yaşlı amca bir gün kalp krizi geçirip de 18 numarada yaşayan doktorun müdahalelerine rağmen kurtaramaz. Ülkenin en saygın ve ünlü avukatlarından 24 numaranın ölümü, adadaki ilk ölümdür ve manidardır. Avukatın ölümü hukuk sisteminin ölümü ile devletin ölümünün yavaş yavaş gerçekleşmesine bir işaret fişeği midir?
Zaman acımasızdır ve avukatın oğlu “yeryüzü cenneti adada satılık ev” ilanı ile evi satışa çıkarır. Bu satış sıradan bir satış değildi. Yıllardır korunan küçük topluluk ifşa oluyor, mahremiyetleri ihlal ediliyor, belki de bu küçük esinti ile başlayan satılık ilanı fırtınanın habercisi miydi?
Geliyordu gelmekte olan: Yıllar düren demir yumruk yönetiminden sonra gözden düşen ve ihtilal konseyi tarafından görevine son verilen devlet başkanı.
Tiril tiril beyaz takım, şık baston, eşi ve iki çocukla adaya ayak basışı, komutan edasıyla ‘merhaba’sı, adalıların bu kıyafetlerin aksine mayo, şort halleri ve gayri ihtiyarı toplu ‘sağol’u değişimin ilk sinyalleriydi. Bilinçsiz bir toplum muyuz acaba? Yetkili insanları her zaman ağdalı hissettirmemiz, kraldan çok kralcılığımız bir kültürel gen aktarımı mıdır? Yazarın bu durumlarda ortada olmayışı düzene ya da düzensizliğe ayak diretme olgusunun bir yansıması mıdır?
Başkanın ilk şoku: iki yanı ulu ağaçlarla sıralı ve bu ağaçların yukarıda dallarının adeta birbirine dostça sarılması ile doğal bir gölgeliğin oluştuğu yeşil tünel kabak gibi güneşte kalan yola dönüşür. Hatta ufacık çatlak seslerle bunu eleştirenlere karşı adalıları sorguya çekerken kavramlar ‘muhalefet’, ‘çok partili rejim’, ‘terör’ ve ‘anarşi’ ile manipüle edip karar mercisini beş kişilik kurula indirger. Özeleştiri başlar içten içe: İnsanlar mı olaylara göre değişir, yoksa olaylar mı insanlara göre oluşur?
Çatıda martıların yürümesi ve silah atılması, yazarın başkandan ayan beyan rahatsızlığı ve eleştirel tarzı başkana iki düşmanın siluetini çizmişti: Martılar ve yazar.
Kötülük olgusu kitapta kült sözlerle yerini bulur: “Hayattan öğrendiğim bir şey var. Her yerde kötülük çok kuvvetli ve zor yeniliyor. İyilik daha zayıf kalıyor.” Bunun sebebi sorgulanırken “dünyada kötülük daha örgütlü ve daha planlı, iyiliğin içinde zaten bir saflık var. Bu yüzden dünyanın her yerinde kötülük saflığı yeniyor” cümlesi de ringde iyiliğin kötülük karşısında köşede sıkışmış boksör çaresizliğini okuyucuya ve seyirciye sunar. Peki iyilik, iyi insanlık nasıl kurtulacak bu kötülükten? Eşitlik, dostluk, demokrasi, insan hakları… Kötüler de sözüm ona bu kavramları benimsemiş hallerde tek istekleri vardır, güç, daha fazla güç…
Medeniyet(!) insanın doğayı istediği gibi denetim altına aldığı egosantrik bakıştan başka neye dönüşmüştü ki! Mehmet Akif bizi uyarmamış mıydı zaten, ‘medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar’ zihniyetini…
Başkan, adalıların yaşadıkları süfli hayatı onlara yakıştıramaz. Turizm, kumarhaneler, diskolar, eğlence merkezleri ile adayı cazibe merkezi haline getirilmesi gerektiğini anlatır: Martıları imha ederek!
Sevecen, uysal, barışsever adalıların her toplantıdan sonra utançtan dostluğa fay hatlarının oluşmaya başlaması, kardeşlik bütünlüğünün levhalanması adada hissedilmeye başlanır.
Tanju Okan’ın şarkısı Deniz ve Mehtap’ta “Rüzgâr ve martı sordular seni neredesin?” Biz de soruyoruz o vakit, neredesin ey insanlık!
Martılara karşı savaşta martılar boş mu durur? 14 numaralı evde tek başına yaşayan, sakin, içine kapanık, kimseyle fazla ilişki kurmayan, her sabah sandalıyla balığa çıkan, tek dostu dudağından düşüremediği sigarası olan, ellili yaşlarda adalı martı hücumunda adanın ilk şehidi olur. Filler tepişir, olan çimenlere olur hesabı ‘sakin ada sakini’ ölümü tadar.
Anlatıcı yazara itiraf eder: “Ben hiçbir zaman senin kadar kararlı, senin kadar tutarlı olamadım. Topluluktan bu kadar ayrı düşünmeye, bu kadar tek başına kalmaya cesaretim yoktu.”
“Entelektüel boşboğazlık” etiketi yapıştırılır yazara. Gerçeklerden ve doğrudan büyük bir hızla ulaşan topluluklara hakikat sözleri katlanılmaz gelir, artık akıl yürütme, olayları analiz etme yeteneği sekteye uğramıştır. Sorunlar karşısında bunalan insanların, yalan bile olsa bir umuda sığınma ihtiyaçları, gerçeği söyleyenlerden nefret etmesine yol açıyor. Ön beyin devre dışı kalıyor. Derin sorunlar karşısında geçici çözümlere sığınıp kök nedenleri hiçe sayma yolu yol değildir.
Peygamber hikayesi de bu süreci çok iyi anlatır:
Peygamberi dağa doğru koşarken görenler; "Ey İsa aslandan mı kaçıyorsun?" diye sormuşlar.
O "hayır" demiş.
"Kaplandan, ejderhadan mi kaçıyorsun? "
O yine hayır demiş ve eklemiş; "ben peygamberim aslandan kaplandan korkmam" demiş.
"Peki o zaman neden kaçıyorsun." diye sormuşlar.
İsa; "Ahmaklardan kaçıyorum" "çünkü onlarla baş edemem" demiş.
Epilog, yazınsal bir yapıtın sonuç bölümü, olayın bir sonuca ulaştığı bölüm, sondeyiş.
Epilog bölümünde de bazı cümleler hayata ve topluluklara dair uzun uzun üzerinde düşünme ister:
· Her devrim kurban ister.
· Zaten büyük kitleler dünü unutur, yarını ise düşünmez, sadece anı yaşarlar. Bu "an" ise iktidarların ve medyanın manipülasyonları ile oluştuğu için genellikle yanlış yorumlanır.'
· Her diktatörlük, başlangıçta kendi çıkarını toplumun çıkarı gibi göstermeye dikkat eder. Kimseyi ürkütmemeye çalışır. Sonra gücü ve kendine güveni arttıkça, dişlerini ‘yavaşça’ göstermeye başlar. Kötülük baş gösterirken ona karşı koymayan herkes suçun bir parçası haline gelir.
· Çoğunluk her zaman haklı mıdır? Demokrasi ‘çoğunluk diktatörlüğü’ müdür?
· Erkler ayrımının eksiksiz uygulanması. Yargının acınacak hale geldiği bir rejimde, iktidarı kim denetleyebilir ki!
Hubert Reeves’in “Doğa ile savaş halindeyiz. Eğer kazanırsak, kaybedeceğiz.” sözü doğanın ve insanlığın her geçen gün ıssız bir adada kalmışcasına yalnızlığından kurtuluşuna bir işaret fişeği çakar. Tabi bu işareti görene, görmek isteyene!..
Faruk GÜLHAN
Eğitim Koçu & Beyin Antrenörü