Ben selenofil’im!
Bilmeyenler için tercümesini yapayım: Ay’ı seven insanlara selenofil denir.
Selenofil olarak “Ay Sarayı” kitabını okurken kitabın her anında “Ay” ile karşılaşmalarımdan ötürü mutluyum.
Bu yazımda kitaptan kesitler sunarak sizleri dünyadan aya, aydan dünyaya seyrüsefer yaptıracağım. Yolculuk esnasında kitabın isminde de yer alan “Ay Sarayı” restoranında kurabiyelerin yanında çıkan küçük niyet kağıtlarından birinde yazan “Güneş, geçmiş; Dünya, bugün; Ay, gelecektir.” sözünü bir bilet edasıyla elinizde ve zihninizde de tutmaya özen gösteriniz!
**
İnsanların aya ilk ayak bastığı yaz başlar hikaye.
1947 doğumlu kahramanımız, Marco Fogg. 1965 sonbaharında New York’a gelir. 18 yaşında, ilk dokuz ayı bir üniversite yatakhanesinde geçirir. Sonraki üç yılını meteliksiz kalana kadar Batı 112. Sokak’ta kiralık dairede binden fazla kitapla iç içe yaşayarak sürdürür. Victor dayısı, otuz yılda topladığı kitapları ona hediye olarak verir. “Sana verebilecek param ve öğüdüm yok, beni mutlu etmek için bu kitapları al” der. Fogg, bir buçuk yıl kutuları açmaz, dayısına tekrar vermek için!
Möblesiz dairede kitap kutularını “hayali eşya” parçalarına dönüştürür. On altı grup koli ile karyola, on iki parça ile masa, yedili grup ile koltuk, ikilik bir düzenleme ile komodin… Kasvetli açık kahverengi kutularda yaratıcı ve becerikli zihin kurgular. Yatağa uzandığında 19. yy Amerikan edebiyatının üzerinde düş görür, tabağın altında Rönesans yapıtlarıyla yemeğe oturmanın keyfini yaşar.
1967 ilkbaharı, Victor dayısı ölür. Tek akrabası, tek sevdiği insandır. Elli iki yaşında dayısının ölümü Fogg’u çok yaralar.
On bir yaşında iken, annesi Boston’un karlı sokaklarında kontrolden çıkan bir otobüsün altında ezilir. Babasına dair fotoğraf dahi yoktur, annesinin kızlık soyadını kullanmasını gayrimeşru çocuk oluşunun işareti olarak görür.
Soyadı ‘fogel’ kelimesi etimolojik olarak ‘kuş’tan gelir. ‘Sislerin içinde uçan bir kuş’ soyadını taşıması adeta hayatına yansır; göçmen kuşlara benzer bir hayata adeta kanat çırpar.
Fogg’ların aile yapısında amaçsız ve düşler içinde yaşamaya, bir anda her şeyi bırakıp kaçmaya, uzun süreli avareliklere yatkınlığı vurgulanır. Dayısının ‘Cleveland Orkestrası’nda gelecek vaat eden bir müzisyen olarak çalışmaya başlaması, dağınık zihne sahip olması, nerede ise ve nereye gitse, ardında başarısız satranç hamleleri, sonuna kadar seyredilmemiş maçlar ve yarısı okunmuş kitaplar kalması Marco Fogg’un anlatımında öne sürülür.
Marco Fogg, çılgın bir eylem ateşini yakar:
“Dünyanın suratına tükürmek, akla gelebilecek en aykırı şeyi yapmak istiyordum. Gereğinden fazla düşünüp gereğinden fazla kitap devirmiş bir gencin coşkusu ve idealizmiyle, yapmam gereken şeyin hiçbir şey yapmamak olduğuna karar verdim: Eylemim, herhangi bir eylemde bulunmayı kesinlikle reddetmem olacaktı. Bu, estetik önerme düzeyine çıkartılmış nihilizmdi. Yaşamımı bir sanat yapıtına dönüştürecek, her solukta felaketimden tat almayı öğrenecek ölçüde paradokslara feda edecektim kendimi. Bütün bu belirtiler mutlak bir çöküşün işaretiydi, ben el yordamıyla başka bir çıkış ararken o karanlık giderek beni içine çekti, yalınlığıyla aklımı çeldi. Kaçınılmaz olanı değiştirmek için bir şey yapmayacak, ama kaçınılmaz olana balıklama da dalmayacaktım. Yaşam şimdi eskisi gibi sürebiliyorsa, bundan alası olamazdı. Sabredecek, direnecektim. Beni neyin beklediğini nasılsa biliyordum, bugün ya da yarın, er geç olacaktı; mutlak çöküş. Canavar vurulmuş, bağırsakları deşilmişti. Ay, güneşi örtecek ve o noktada ben yok olacaktım. Meteliksiz, et ve kemikten ibaret bir enkaz olacaktım.”
Kitapta, 1649’da Ay’a yaptığı geziyi anlatan Cyrano de Bergerac’ın “Ay Devletleri ve İmparatorlukları” eseri de geçer: “Cyrano'nun Ay'da karşılaştığı insanlar, beş buçuk metre boyunda ve dört ayak üzerinde yürür. İki ayrı dil konuşur, ama iki dilde de sözcükler yoktur. Ay insanları yiyecekleri yutarak değil, koklayarak yer. Paraları ise şiirdir – ufak ufak kağıtlara yazılmış- ve bu paranın değeri şiirin değerine göre saptanır. En büyük suç bekarettir, gençlerin ana babalarına saygısızlık etmesi en doğal beklentidir. Önemli bir düşünür ölünce dostları onun kanını içip etini yer. Bronz penisler erkeklerin belinden sarkar, tıpkı 17. yy’da Fransız erkeklerin taktığı kılıçlar gibi. Bunu görünce şaşıran Cyrano’ya Ay’lı erkeklerden biri şöyle der: Ölüm aleti yerine yaşam aletini baş tacı etmek daha iyi değil mi?”
Cyrano’nun kitabı, dünya düzenine sert bir mesaj mıdır bilinmez ama ilginç yaşam ritüelleri başka hayatlar da mümkün tezini destekler.
Fogg’un yakın arkadaşı Kitty’nin ‘ağız’ üzerine yaklaşımı çok hoşuma gider: “Senin için en önemli şey ağız, değil mi? Önce yiyecek, sonra sözcükler –ağzına girenler ve ağzından çıkanlar. Ancak, bu arada ağzın en iyi işlevini unutuyorsun. Ne de olsa kardeşinim, bir veda öpücüğü vermeden salıvermem seni.”
Kitty ölümün derinliklerine büyük bir hızla düşen Fogg’a paraşüt olur desek yanlış olmaz. Fogg der ki, “Sanki kendimi uçurumdan atmışım da, tam yere çarpacağım sırada beklenmedik bir şey olmuş gibiydi: Beni sevenler olduğunu öğrendim. Öylesine sevilmek her şeyi değiştiriyor. Uçurumdan düşmenin dehşetini azaltmıyor, ama o dehşete yepyeni bir anlam boyutu getiriyor. Uçurumdan atlamıştım ve son bir anda bir şey uzandı, beni havada yakaladı. O bir şeyin adına, sevgi diyorum. İnsanı düşmekten alıkoyacak tek şey, yerçekimi yasalarını yok edecek kadar güçlü tek şey sevgidir.
Arkadaşlıktan aşka dönüşen ilişkiyi bir metaforla anlatırlar: “Erotik mistisizm, yalnızca iki müridi olan gizli bir din.”
Yeni bir iş hem kitaba hem Fogg’un hayatına farklı bir rota sunar. Thomas Effing, seksen altı yaşında, dünyanın en çelimsiz, dokunsan dağılıverecek insan tipi olarak karşımıza çıkar. Patronu Effing, adını beğenmeyince; “hiçbir şey yapacak değilim. Adım ve ben, birlikte pek çok dert atlattık ve bunca yıl birlikte yaşadıktan sonra, onu iyiden iyiye sever oldum.” der ve okuyucuyu gülümsetir.
Effing'in hikayesi, Solomon Barber’le yolculuğu derken roman ay ile başladığı gibi ay ile biter: “Sonra tepelerin ardından ay yükseldi. Dolunaydı. Tutuşmuş bir taş gibi sapsarı ve yusyuvarlak. Ay, gökyüzüne yükselip karanlıklar içindeki yerini buluncaya kadar gözlerimi ondan ayırmadım.”
**
Kitabın üzerinde uzun uzun düşünme yolculuklarına çıkaracak cümlelerinden alıntı yapalım.
· Herkes kendi yaşamının yazarıdır.
· İnsanlar, inanmaları istenen şeylere inanırlar.
· İçimde bir denge kurmaya çalışıyordum, ama boşuna: Her şey istikrarsız, her şey sallantıda, her şey karışıktı.
· Zamanla, iyi şeylerin, ancak onları fazlasıyla istemekten vazgeçtiğimde olduğunu, gerçekleştiğini fark ettim. Bu doğruysa, tersi de doğru demekti: Yani bir şeyi çok fazla istemek, onun olmasını engelleyecekti. Bir başka deyişle, istediklerini, ancak onları istemeyerek elde edebiliyordun. Bu hiç akla yakın ve yatkın gelmiyordu, ama fikrimin mantıksızlığı onu çekici kılıyordu.
· Yaşamımızı bir yığın rastlantı belirliyor.
· Ona yaklaşırsam zekasının bana da geçeceğini sanırdım –sanki bulaşıcı bir hastalıkmış gibi…
· İnsan, ay ya da bir yıldızla bağlantı kurmadan, dünyanın neresinde durduğunu bilemiyor. “Burası” ancak “orası” ile bağlantılı olarak var, yani “orası” “burası”na göre belirlenmiyor. Ancak o olduğu için “bu” var. Yukarıya bakmazsak, aşağıda ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz. Gökyüzüne dokunmadığın sürece, ayağını yere basamıyorsun.
· Ne de olsa, kütüphaneler gerçek dünyanın içinde sayılmaz. Dünyanın dışında, salt düşüncenin barındığı yerlerdir. Böylece, ömrümün sonuna kadar ayda yaşamayı sürdürebilirim.
**
Kitabın yazarı Paul Auster’in bir röportajında romana ismini veren ve Fogg'un hikayesinde yer kaplayan ''Ay Sarayı'' başlığındaki Ay'ın ne anlam ifade ettiği sorulduğunda, Auster şu şekilde cevap verir:
''Ay aynı anda birçok şeydir, bir mihenk taşıdır. Bir mit olarak ay, 'Işıldayan Diana, yani içimizdeki karanlık olan her şeyin imgesi'; hayal gücü, aşk, delilik. Aynı zamanda bir nesne, bir gök cismi, gökyüzünde asılı duran cansız bir taş olarak ay. Ama aynı zamanda olmayana, ulaşılamayana duyulan özlem, insanın aşkınlık arzusudur. Ve aynı zamanda tarih, özellikle de Amerikan tarihidir.''
Yazının başında selenofil olduğumdan bahsetmiştim. Bunu imzalamak adına ay üzerine yazdığım birçok şiirimden birinin son dizeleri ile şiir gibi bitirelim:
Bir yaz gecesi
Balkonuma misafir oldu Ay
Misafirin kısa duranı makbul derler
Ama sen üstüne alınma, Ay!
Faruk GÜLHAN
Eğitim Koçu & Beyin Antrenörü