28 Şubat 1997 MGK bildirisi ile başörtüsü yasağının tavizsiz uygulanacağı vurgulandı. Aylar sonra öğrencilerin ve çalışanların başörtüsü/türban takamayacaklarına dair yazı YÖK...

28 Şubat 1997 MGK bildirisi ile başörtüsü yasağının tavizsiz uygulanacağı vurgulandı. Aylar sonra öğrencilerin ve çalışanların başörtüsü/türban takamayacaklarına dair yazı YÖK’den üniversitelere, oradan da biz öğretim üyelerine kadar geldi. Hemen hepimiz ne yaparsak ya da ne yapmaz isek ne olur ya da ne olmaz merakı, şaşkınlığı ve telaşı içindeyiz. Aklıma İstanbul’da bulunduğum yıllardan tanıdığım bir anayasa profesörü geldi. Açtım telefonu ne yapmamız gerektiğini sordum. Hiçbir şey yapmayın dedi. Kanunla yasaklanmamış bir fiilin yaptırımı olmaz diyerek de açıklama yaptı. Bu açıklama üzerine kendimce bazı dayanaklar geliştirdim. Kılık kıyafet yönetmeliğinde var olan kısıtlama ve tarifleri uygulamakla yükümlü olanlar idarecilerdi. Sade öğretim üyesine bu manada bir görev verilmemişti.

Yazıyı takip eden günler içinde bir akşam üniversiteden öğretim üyesi arkadaşlarla sohbet ediyoruz. İçimizden biri başörtülü öğrenciler için tutanak tuttuğunu söylemesin mi. Bu arkadaşın hanımı da başörtülü idi ve kendisi de dindar biri idi. Yukarıda anlattığım görüşlerim ve dayanaklarım doğrultusunda yanlış yaptığını anlatmaya çalıştım. Hem böyle bir zorunluluk ortaya çıksa bile herkesten evvel bu işe talip olmasının doğru olmadığını söyledim. Yanlış yaptığını anlaması için fazla uzatmaya gerek yoktu. Eminim tamamiyle kendini koruma amacıyla hareket etmişti. Kendisi dindar ama Kurumun/Cumhuriyet’in kurallarına tamamiyle uyan bir öğretim üyesi profili çizmek istemişti. Toplum mühendisliği bazılarını yola getirecek kuvvette gözüküyordu.

Netice de başörtüsü yasağı birkaç ürkek ile az sayıda militan demokratların sorunu olmuştu. Ezici çoğunluğun bu konu ile sorunu yoktu. Bu durumu üst yönetim kabullenemedi. Üst yönetim Tıp Fakültesi Öğretim Üyeleri’ni Tıp Fakültesi Dekanlığı’nda topladı. Neden yasak geldiği, bu durumda ne yapmamız gerektiği ile ilgili uzun bir açıklama ve direktif dinledik. Açıklama bitti. Söyleyeceklerim var, ama böylesi durumlarda belki bir başkası söyler diye birkaç defa yutkunursunuz. Ben de öyle yaptım, ama baktım ki kimse konuşmuyor söz aldım. Yasağın uygulamasının idarecilere ait olduğunu biz sade öğretim üyelerinin bu işe karıştırılmaması gerektiğini söyledim. Meğer oradakiler bir işaret fişeği beklermiş. Hatırı sayılır sayıda öğretim üyesi aynı anlama gelecek sözlerle kendilerinden istenene karşı çıktı. İdare suç işlemiş olacağımızı üstüne basa basa söyledi. Ne suçu işlemiş olacağımızı sordum. Beklediğim cevap geldi. Anayasa suçu. Dersine çalışmış bir öğrenci edası ile anayasa suçlarının yaptırımı ve cezası yoktur dedim. Anlayacağınız o gün konu sulandı. Toplantıya gelenler gönülleri ne istiyorsa onu alıp çıktılar.

Öğrenciler kamudan hizmet alan durumundaydılar ve bu nedenle eğitim haklarının engellenmemesi gerekirdi. Çalışma hayatına gelince orada değişik alternatifler vardı. Özel sektör ya da kendi işini kurmak gibi. Peki ya aynı zamanda hekim olarak çalışan uzmanlık öğrencilerinin durumu. Sorumlu olduğum klinikte başörtülü bir asistan vardı. Zamanla baskı ağırlaştı. Kendisi ile bir karar vermesi konusunda konuşmak durumunda kaldım. Yılların kimliğini söküp atmak hiçte kolay değildi. Önce yıllık izin kullandı. Sonra nispeten kapalı çalışılabilen ameliyathaneye rotasyonu çıkardık. Zamanla da başını açtı. Biz en azından KBB kliniği ve o asistan açısından mesele halloldu diye rahatlamışken; hakkında soruşturma açıldığını öğrendik. Başörtülü olduğu zamanlara ait bir tutanak varmış. Ben de şahit olarak ifade verdim. “Başörtüsü takıyordu, ancak kendisi ile konuşuldu ve başını açtı, şu anda görevini kılık kıyafet yönetmeliğine uygun olarak yapmaktadır” şeklindeki ifadem işe yaramadı. Kendisine ceza verildi. Halbuki maksat hasıl olmuş, kişi kılık kıyafet yönetmeliğine uydurulmuştu. Ne yazık ki üst yönetim ne kadar 28 Şubatçı olduğunu ispat etme ihtiyacı hissetmiş ve bunun için bir kurban seçmişti.

Bu hikayenin devamı acıklıdır. Devam edemem çünkü hem zamanı değil hem de köşe yazısını aşar. Lise yıllarından beri zaman zaman ara versem de günlük tutarım. Olayların yeri, zamanı ve isimleri bende saklı.  Gün olur bir kitap çıkar diye düşünüyorum.

Bu vesile ile şu kadarını söylemeye hakkım var diye düşünüyorum. Ömrümün her aşamasında yalın bir demokrat olmaya çalıştım. Her zaman bu çerçevede bir duruşum olsun diye uğraştım. Olaylara karşı tutumumda 28 Şubat dönemi ile bugün arasında bir farkım olmadı. Zaman zaman düşünürüm; bu ülkede benim gibilere fırsat var mı?

(Bu yazım 28 Şubat'ın yıldönümü vesilesi ile Denizli Gazetesi'nde 2012 yılında yayınlanan köşe yazımdır)