İnsan bir yere ait olmak ister. Bu bir sülale, bir millet olabildiği gibi, bir coğrafya da olabilir. Buradan bir kimlik oluşturur. Sülale, millet ve coğrafya kimlikleri birbirini tamamlar. Kişi aidiyet ile kendisini bir çevreye, bir adrese ve bir geçmişe bağlar. İnsan var olmak ister, varlığının başkaları tarafından farkında olunmasını ister. Bunun en kolay hissedilebileceği ortam kendi coğrafyasıdır. Ne demek istediğimi bir örnek ile açayım;
Şimdilerde, Türkiye’de hayal kırıklığına uğrayan tıp mezunlarının Avrupa’ya göç etmekte olduğunu görüyoruz. Tecrübe ile söylüyorum ben bunu yapamazdım. Bir süre Almanya’da bulunmuşluğum var. Yıllarını Almanya’da geçiren Almancı bir ailenin çocuğu olmak ve Almanca bildiğimden hareketle, Almanya’da kalmak ve çalışmak içimden geçmişti. Ama orada bulunduğum kısa sürede gördüm ki, aileden, milletten ve ait oluğun coğrafyadan uzakta tutunabilmek için, yeni bir kimlik oluşturman ve bunun için sürekli çalışman ve dahi başarman gerekiyor. Parmakla gösterilen bir başarının sahibi olsan bile, manevi hazlar ile desteklenmeyen bir yaşamın iğreti olacağını hissettim.
İnsan manevi hazları çevresindeki insanlardan, gelenek ve görenekten alıyor. Kendi coğrafyasında gelenek ve göreneğin içine doğduğu için bu kazanımların anlamının farkında olmuyor. Biraz daha somutlaştıralım;
Ben Çal Akkent köyündenim. Çal yöresinin Yörük, Türkmen, Oğuz ve Kayı olması bir kimlik. Horasan’dan gelip buraya yerleşmiş olmamız bizi Horasan’a bağlayarak genişletiyor, büyütüyor ve derinleştiriyor. Ailemin ayan geçmişi olması aile tarihine merak oluşturuyor. Yöredeki cami, türbe, konak, kaya resimleri ve anlatılar gibi somut ve soyut kültürel mirasa ilgi oluşturuyor. Anlatırsan dinleyici buluyor. Anlattıkça çoğalıyor.
İbrahim İmamoğlu gibi meraklıları arşiv belgelerinden yola çıkarak bunları kitap halinde not düşüyor. Raşit Öztürk, Esat Şişman gibileri okunabilecek şekilde hikayeleştiriyor. Gürcan Ekici gibi ressamlarımız köy yaşantısını tuvale döküyor. Ressam ve Şair Halil Gülel Almanya’da yaşıyor ama kimliğini hemşerilerinin arasında buluyor. Sonuç olarak çalışmaları ile varlık ortaya koyanların eserleri bizi anlatıyor olmakla, bizim var olma çabamıza da katkı sağlıyor. Böylece birbirimizi var ediyoruz.
Anlatmaya çalıştığım şu ki insanın aidiyet duygusu ile beslenmiş kişisel merakı, somut ve soyut kültürel mirasa sahip çıkma dürtüsü ortaya çıkarıyor. Bu dürtü yalnız kaldığı zaman sonuca ulaşamıyor. Ama organize olur ve bilimsel olarak desteklenir ise ortaya veriler çıkıyor. Böylece sözü bir organizasyon olarak Çal Yöresi Derneği’ne getirmiş olduk;
Baklan, Çal, Bekilli ilçelerini kapsayan Çal Yöresi Derneği’nin temel amacı yörenin kültürel varlığına sahip çıkmak, yöreden yetişen değerleri yöre insanı ile buluşturmaktır. Bu cümleden olarak önce “Geçmişten Günümüze Çal Yöresi Sempozyumu” yapılarak bildiriler 925 sayfalık bir kitapta toplandı. Yemekli toplantılar ile insanımız birbiri ile buluşturuldu. Yöreden yetişen değerler yöre gençlerine bir rol model olarak gösterildi. Tabii ki öğrencilere burs vermek, kimi ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını görmek, son günlerde olduğu gibi depremzedelere yardımda bulunmak gibi faaliyetlerimiz de olmakta, ama dediğim gibi asıl amaç kültürel mirasa sahip çıkmak ve geliştirmek. Bu amaçla yöreye ait değerlerin akademi ile buluşturulması konusunda ara yüz görevini çok iyi gördüğümüzü söyleyebilirim.
Aidiyet duygusunun, kendinden olanı koruma ve kollama zaafı Türkiye’nin temel sorunlarından biridir. Dayanışma anlamlı bir faaliyet olmakla birlikte liyakatı örseleyen bir tarafı da vardır. Bu nedenle hemşericilik kavramları beni önceleri ürkütmekte idi. Ama yaşayarak gördüm ki, bu ülkede liyakati örseleyen asıl sorun hemşericilik değil, siyaset ve cemaat yapılanmalarıdır. Cemaatler insanın aidiyet ihtiyacını çok iyi kullanmaktadır. Bu ihtiyaç ortadan kalkmayacağına göre hemşeri dernekleri ile ikame etmek gerekir diye düşünüyorum. Sadece bir coğrafyaya ait olmakla bir araya gelen topluluklarda her türlü dini, siyasi ve ideolojik görüş bulunacağından, farklılıklarla birlikte yaşama kültürünün oluşmasında rol model olabilir.
İbni Haldun “Coğrafya kaderdir” derken, bir ülkenin bulunduğu toprak parçasının, diğer bölge ve dünya ülkeleri bakımından jeopolitik ve stratejik durumuna ve anlamına değinmiştir. Bu makro bakışa bir mikro bakış ekleyebiliriz diye düşünüyorum. Ülkeler için kader olan coğrafyanın, insanları için de kaderdir diyebiliriz.
Geçtiğimiz hafta Çal, Baklan, Bekillili Hemşeriler olarak, bu duygular ile Pasvak’ta bir iftar sofrasında buluştuk. Bir whatsapp mesajı ile yüzlerce kişinin bir iftar sofrasında toplanması, insanın ait olduğu yere koşması ile izah edilebilir. Bu ihtiyacı görmek ve karşılığını vermeye devam etmek gerekir…